Modern Sanat Nedir? | Arnold Schönberg ve Atonal Müzik

Modern sanatın doğa ile ilişkisi, onu taklit etmek değil; ona tecavüz etmektir.

Bu yüzdendir ki, biçimleri bozar. Yasa ile ilgili tüm düşüncelere savaş açmıştır. Nasıl ki geçmiş sanatçılar bir objeyi idealleştirip mükemmelliğe ulaştırma çabasında ise, modern sanatın da görev bildiği şey; onu çirkinleştirerek bir anlatım biçimi oluşturmaktır. Bu anlayışın müziğe yansıması, tabii ki benzer şekilde oldu.Uyumlu sesler yerine, uyumsuz sesler eserlerin ana karakteri olmaya başladı. Melodi, form, ölçü yapısı ve teknik uygulamalar ters düz edildi. Hatta ve hatta, müzikal ifade olarak gürültünün kullanılması gerektiğini savunan, acayip fikirler ortaya atıldı. 20 yüzyıl, birçok denemenin yapıldığı bir çağ. Böyle bir yeni fikirler silsilesi, tarihin hiçbir döneminde yaşanmadı. Fakat biz bu seride, bu dönemin yalnızca birkaç bölümüne değineceğiz.

Modern Zaman’ın sanat anlayışına geçmeden önce, bu “yeni” kavramına biraz değinmek istiyorum. Aslında tüm mesele, bazı insanların, özellikle de sanatçıların; eskiyle yetinmeme, hep daha yeni, daha taze ve daha sıra dışı olana karşı duyduğu arzudan kaynaklanıyor. Buna aslında “gelenek ile bağını koparma arzusu” da diyebiliriz. Çünkü her sanatçı, kendi dönemine kadar ortaya konmuş eserlerden farklı olarak; kendine özgü, biricik eserler vermek ister. Da Vinci’nin şu sözünü hatırlayalım:

Ustasını geçmeyen öğrenci, zavallıdır.

İşte bu eğilimden dolayı, bu “yeni” kavramı, tarihte pek çok kez karşımıza çıkıyor. 1320’de Orta Çağ’da ve 1430’da Rönesans’ta “Ars Nova” ifadesi, “yeni sanat” anlamına geliyordu. 1600’lü yıllarda, müzikte melodiye verilen önemi belirtmek için “Musica Nuova” tanımlaması vardı. Klasisizm ortaya çıktığında, yeni müzik olarak tanımlandı ve tabii ki Romantik Dönem de “Yenilerin Dönemi” olarak anılıyordu. Fakat, Modern Zaman diğerlerinden farklı. Çünkü, tarihte yeni olarak tanımlanan hiçbir şey, geçmişten bu denli bir kopuşu simgelemiyor.Bu zamana değin sanat tarihinin yaşadığı yenilikler, sanki açılan yeni sayfalardı. Modern Dönem’in ise bütün amacı, koca bir literatürü komple silip atmaktı. Hem de olabilecek en kısa zamanda…Bu sebepten dolayı, “yeni müzik” dediğimiz şey; aslında, yaşanılan şeyi tanımlamaya yetmiyor. Çünkü, burada yeni denilen şey, tarihteki örneklerine hiç benzemiyor. Öte yandan; kuralların, ilkelerin ve metotların saf dışı kalması, herkesin müziği kendi anlayışına göre yeniden tanımlamasını sağladı ve bu durumun bir neticesi olarak, yenilik fazlalığı oluştu ve hal böyle olunca; çağın öne çıkan özelliğini tanımlamak da iyice zorlaştı. Örnek vermek gerekirse; Barok Dönem, soyluların şaşaası ile lişkilendirilirdi. Klasisizm ise aydınlanma fikri ve doğa yasaları ile…Romantizm’de de duygular ön plandaydı ama Modern Dönem’in böyle bir özelliği yok.Dışa vurumculuk, atonal, neoklasisizm, fütürizm, aleatorik, minimalizm gibi pek çok farklı tarzın bulunduğu bu çağın genel özelliği olarak söylenebilecek ilk şey; sanırım: “Çokluk.”

Bir diğer şey ise, eserlerde sıkça kullanılmaya başlayan, uyumsuz sesler. Peki sanat güzeli anlatmak varsa müziğin içerisinde bu kadar uyumsuzluğun amacı ne? Gerçi ister müzik olsun, ister müzik dışı, modern sanat; aslında çirkin sanattır. Güzel olmak gibi bir gayesi yoktur. Nasıl ki resimde biçimleri bozup, onları olmadığı şekliyle ifade ediyorsa müzikte de seslerin birbiriyle ilişkisini bozup, uyumlu sesler kullanmaktan kaçınıyor.20 yüzyılda müzik alanında en çok tartışılan konulardan biri, tonaliteye karşı oluşturulmuş atonal müzik kavramı. Yani, uyumsuz seslerin kullanımı.Bugüne kadar kullanılan tonalite, aslında bir sesin merkez alınıp diğer seslerin bir sisteme göre bir araya getirilmesi fikrine dayanıyordu. İşte, yeni müzik dediğimiz hareket ise bugüne kadar kullanılmış bu sistemi yıkmak ya da başka bir deyiş ile, farklı bir sistemi oluşturmayı amaçlıyor. Arnold Schönberg’in söylediği şu sözlere bir bakalım:

“Çağdaş insanın amacı, zahmetsiz bir yaşam geçirmektir. Yani, az hareketli, az yıpratan bir yaşam. Bu yüzden, insan yüzeyselleşmiştir. Araştırmaz, incelemez, var olanla yetinir. ‘Konfor’, zihinsel tembellik ile eş anlamlıdır. Bu, müzik için de geçerlidir. Geleneksel müzik durağandır. Ton sisteminin dışına çıkmaz, dolanır durur. Her ne kadar romantik besteciler ses ve akorla, tonal düzenin sınırlarını zorlamış olsalar da bu yeterli değildir. Sonuçta, düzenin içinde hareket ederler. Tam kopuş yoktur. Nasıl toplumdaki yozlaşmış ve tutucu ahlaki değerlere karşı mücadele ediyorsak, yerleşmiş müzik kurallarına karşı da mücadele etmeli ve bu kuralları yıkmalıyız.”

Elbette ki müzikte bugüne kadar yapılmamış, yeni bir şey yapmak istiyorsanız, -burada tekrar parantez açalım, yeni derken; özgün olmaktan değil, geçmiş ile hiçbir bağlantısı olmayan şeyi kastediyorum. Modern Zaman’ın yenisi, çünkü bu anlama geliyor- aklınıza gelebilecek yollardan ilki; müzikte bir merkez, yani bir karar sesi alınmasını sağlayan sistemi ortadan kaldırmaktır. Ama, tabii ki bu denemelerin neticesinde; birkaç problem ile karşılaşıldı. Alexander Scriabin ve Charles Ives, atonal müziği deneyen ilk müzisyenler arasındaydı. Fakat bunu bir yönteme bağlamamışlardı. Yöntem geliştirme fikrini ilk Schönberg ortaya attığı için, bu videoda daha çok ondan bahsedeceğiz.

Eğer ilk önce bu denemeyi mümkün kılan akıma değinecek olursak, atonal müzik; dışavurumcu akımın içerisinde. Bu akım da romantik anlayışta olduğu gibi, insanın iç dünyasına yöneliyor. Yani, modern insanın iç dünyasına…Fakat bu akımın farkı; insanın yaşadığı çatışmaları, çaresizlikleri, kaygıları, korkuları sıra dışı yöntemlerle anlatmaya çalışmasıdır. Yöntem derken, burada “atonal” tarzı yaklaşımlardan bahsediyorum. Yani var olan bir biçimi, sistemi bozmak üzere oluşturulmuş yeni yapılardan…Bu çağda karşımıza çıkacak olan çoğu akımda görüldüğü gibi, bu tarzın içinde de sanatçının üstlendiği şey; güzel ve uyumun peşinde olmaktan daha çok, gerçeğin çirkin tarafını göstermektir ve bunu yapmak üzere tuttuğu yol ise doğa ile ters şeyleri yakalamaya çalışmak; kurulu düzenin, yasaların dayattığı tarza tepki göstermektir. Ufak bir ek olarak şunu da belirtmek lazım: Müziğin elementleri ve bu elementlerin kullanım tarzındaki bu köklü değişiklikler, müzik üretim sürecindeki metotları da değiştirdi ve sanatçıların bu üretim sürecine bakış açılarını da…Şöyle ki, eskiden; bir ruh hali içerisinde gerçekleştirilen, ilhamın, sezginin yol gösterdiği yaratma süreci; müziğin icat edildiği bir akıl yürütme sürecine dönüştü. Sanatçılar; artık müziği duyu ve duygulardan ziyade, akılla yazma gibi bir yönteme geçtiler.

Atonal müziği sistemleştirme çabasında olan Schönberg’e dönecek olursak…Yahudi kökenli olan sanatçı; Viyana’da dünyaya gelmiş, çok küçük yaştan itibaren keman ve viyolonsel dersleri almaya başlamıştı. Müziğe yoğun ilgi duymasının yanı sıra; daha 9 yaşında, öğretmeni ve kuzeniyle beraber çalmak için küçük parçalar besteleyerek, besteci olma yolunda ilk adımlarını atmıştı. Sanatçı; babasını kaybettiğinde 18 yaşındaydı ve genç yaşta, ailesinin geçimine yardımcı olmak için, banka memuru olarak çalışmak durumunda kaldı.Bu arada Alexander Zemlinsky ile tanıştı ve ondan kontrpuan dersleri almaya başladı. Bu süreç, onun besteci olma konusundaki düşüncesini netleştirmişti.Sanatçının ilk eserlerinde Brahms’ın stilinden büyük ölçüde etkilendiği görülür. Armonileri ile bazılarını rahatsız etmesi; 1897 yılında, “Op. 4 Dönüşümlü Gece” adlı eseri ile oldu. 1904’te, öğretmenlik yapmak üzere Viyana’ya gelen Schönberg’in içinde bulunduğu grup, kendini öncü aydınlar olarak görüyordu ve daha sonra Yaratıcı Müzikçiler Derneği’ni kuran sanatçı, bu yeni akımın tanıtılması için konserler verdi. Bu konserlere; eleştirmenler alınmıyordu, alkışlamak yasaktı ve konser programı dağıtılmıyordu.

Schönberg’in müzikal gelişimine bakacak olursak, aslında o; gençlik yıllarından itibaren, yazdığı eserler ile ton dışı müziğe olan merakını gösteriyordu. Bu eserlerde, kromatizm sınırlarını zorlayarak atonal müziğe doğru giden yolu açmış; fakat tonal armoniden tamamıyla kopuşu, 1909 yılında yayınlanmış Op. 11’i oluşturan üç piyano parçasının ilki ile oldu. 1914’e değin tamamıyla atonal eserler veren sanatçı; bunun insanlar arasında kargaşa oluşturduğunu, anlaşılmadığını fark etmiş ve bundan sonra; 1923 yılına kadar, tam 9 yıl, beste yapmayı bırakmıştı. Dinleyicilerin tepkileri ve pek çok kişinin yaptığı amansız eleştiriler, onu bir bunalım devrine soktu.Tonal eserleri çok beğenilse de, o bunu fazla umursamıyordu. Atonal müziğin zemininin sağlam olmadığının farkındaydı ve bu tarz müziğin bir sistemi olmadığı yönünde yapılan eleştirilere hak veriyordu ki; bu problemi çözmek adına, 1923’te, kendince bir kuram açıkladı. Bu kuramı açıklamasındaki amaç, ton dışı müziğin de kurallara bağlanabileceğini göstermekti. 12 ton olarak tanımladığı müzik anlayışı, şöyleydi:

  • Bir oktav içindeki 12 ses de birbirinden bağımsız ve eşit değerdedir.
  • Besteci, bu 12 sesi kullanarak dilediğince bir dizi elde edebilir.
  • Dizideki bir ses kullanıldıktan sonra; diğer 11 ses kullanılmadan, bu ses tekrar kullanılamaz.

“Op. 31 Çeşitlemeler” adlı eseri, bu yöntemin kullanıldığı ünlü eserdir.

1933’te, Almanya’da, nasyonal sosyalizmin yükselişi; Alman yaşamının her alanında, Yahudi etkisinin yok edilmesine yol açtı. Akademideki görevinden alınan Schönberg; Paris üzerinden, Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etti. Kasım 1933’te, Boston’daki Malkin Konservatuvarı’nda göreve başlayan Schönberg; 1934’te, hayatının geri kalanını geçireceği Kaliforniya’ya taşındı.1941’de ise ABD vatandaşı oldu. Burada geçirdiği yıllarda 12 nota sistemiyle müzik yazımına devam ederken, tonal eserler yazmaya da devam etti. Konu ile ilgili olarak:

“Her besteci, yaratıcılığının durmaması için farklı tarzlarda yazabilmelidir.” dedi ve buna ek olarak, müzik öğrencilerine daha ilk derste öğretilen bir dizi olan do majör tonu hakkında:

“Do majörden hala dünyanın en iyi bestesi yapılabilir.” yorumunda bulundu.

Şu çok açık ki, bu gibi atılımlar; yeni bir şeyleri keşfetme arzusundan doğar. Ve bu keşif süreci kesinlikle araştırılmaya değer. Bazı şeyleri anlamak çok çaba istese de, onları anladıktan ve çözümledik sonra; bu anlayışları yine de mantıksız bulabilir ve bir karşı görüş oluşturabiliriz. Videonun sonunda, bu tartışmayı çok kısa bir şekilde özetleyecek olursam, 20. yüzyılda yaşanılan bu kadar karmaşanın altında yatan tek problem; aslında şu sorudan ibaret:

Müzikte kullanılan armoni; doğa yasaları gibi, bu dünyanın kendisinde bulduğumuz bir şey midir?Yoksa uyum dediğimiz şey, yüzyıllardır uygulanan bir dinleme alışkanlığından mı ibarettir?

Eğer bir dinleme alışkanlığı ise bu sistemi dilediğiniz gibi değiştirebilir ve yıllar içerisinde yeni bir dinleme alışkanlığı edinebilirsiniz.Ama peki ya değiştirmeyi denediğiniz şey, dünyanın kendisinde bulduğumuz bir doğa yasası ise…?

Bir sonraki videoda görüşmek üzere.

Sevgiler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir