Franz Schubert: Neşeli Müzik Diye Bir Şey Yoktur!

 Merhabalar! Müzik tarihi ile ilgili videolara bir aylık ara vermek durumunda kalmıştım. 10.000 kilometre uzağa, Brezilya’ya taşınma süreci biraz meşakkatli olduğu için işlerin başına ancak oturabiliyorum ama hazır hayatımda radikal değişiklikler olmuşken ben de içeriklerin formatını değiştirme kararı aldım. Bundan sonraki videolar Instagram’ın 90 saniye kısıtlamasına takılmamak için YouTube üzerinden yayınlanacak. Zaten uzun süredir bu formata geçmeyi planlıyordum. Böylece bestecilerin hayatlarını daha derinlemesine işleyip aralarda biraz daha müzikle ilgili bilgiler vermeye çalışacağım. Evet bugünün bestecisi ile videomuza başlayalım. “Acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir.” anlayışını bir üste çıkartıp neşeli müzik diye bir şey tanımadığını söyleyen; Franz Schubert. 

 Eğer onun bu sözü neden söylediğini anlamak istiyorsak bence dönemin siyasi iklimine bir göz atmamız gerekiyor. 31 Ocak 1797 Viyana’da dünyaya gelen sanatçının yaşadığı dönemde Napolyon’un yayılmacı politikasından dolayı Fransa’ya karşı ulusal bir direniş vardı ama daha önemlisi bu direniş baskıcı bir yönetimi beraberinde getirdi. Ulusal politikanın devam etmesi çin özgürlüklerin kısıtlandığı bir dönemde Schubert’in tek ümidi toplumsal sıkıntılara müziksel çareler bulmaktı. Eserlerini genelde kendi küçük dost çevresine şiirin, müziğin, dansın, sohbetin ve şarabın eşlik ettiği akşamlarda seslendirmiş ve bu akşamlar “Schubert Akşamları” ismiyle anılmıştır. 

 Müziğinde hep hüzünlü bir duygu barındıran sanatçının ezgisel buluşta eşsiz bir yeteneği vardı. Şarkı formunda yazdığı eserlerde halk ezgilerini ve temalarını korumuş hatta popüler ezgilere yer vermiş olsa da onun asıl amacı kendi özgün sanatını oluşturmaktı. Burada şuna değinmek lazım: Halk ezgileri aslında her toplumun kendi sanatçısına kullanması üzere verdiği malzemelerdir her sanatçı bu malzemeleri dilediği gibi kullanmakta pek tabii özgürdür. Burada dikkat edilmesi gereken tek şey Schubert’in bu malzemeler ile ortaya çıkardığı şeyin taklit eserler değil kendine özgün eserler olmasıdır. 

 Schubert’in eserlerindeki konu seçimine gelince o büyük olaylardan çok sıradan şeyleri konu ediniyor önemsiz gibi görünen detayları incelikle işliyordu ama onun günlük hayatı ya da ayrıntıları işlemesi, sanatının küçük ya da cılız olduğu anlamına gelmiyor. Aksine Schubert küçük şeylerden tüm insanlığı kavrayan içsel dünyayı keşfe zorlayan eserleriyle ünlüdür. Zaten kendisinin yaşam biçimi de buydu. O saraylarda müzik yönetmenliği yapmamış, imparatorlara konserler vermemiş, çeşitli ülkelere gitmemiş ve daha nice gösterişli olaydan uzak kalmıştı. Onun dinleyicilere sunduğu şey, kendi içine kapanık bir şekilde küçük olaylar ile yetinebilmek ve asıl olması gerekenin bu olduğunu söyleyen içsel bir deneyimdi sadece. 

 Schubert’in henüz 23 yaşındayken sağlık sorunları başladı ama o beste çalışmalarına bu dönemde de devam etti. Sadece bir şarkı bestecisi değildi. Günümüzde hala dinlenilen farklı formlarda pek çok önemli eseri vardır. 9 senfoni, 6 opera, 6 operet, 7 missa, 8 uvertür, 1 konçerto ve çok sayıda oda müziği yazmıştır. Fakat çoğu büyük sanatçıyla aynı kaderi paylaşan sanatçının eserleri ancak ölümünden sonra bilinirliğe ulaşmış hatta birçok eseri ya kaybolmuş ya da tam olarak belirlenememiştir. 

31 yaşında yaşamını yitiren Schubert’in bu kısacık ömürde yarattığı müzik, duygusal bir derinlik taşırken, neşeli tonu hep eksik bıraktı. Bu durum onun yaşadığı dönem atmosferinin bir yansıması olarak görülebilir. Schubert’in müziği içsel bir hüzünle şekillenirken sanatçının neşeli müzik arayışının olmaması, onun eserlerini anlamak için önemli bir perspektif sunuyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir