Sanayi Devrimi ve Müzik

Nasıl başlamış olduğu kesin olarak bilinmese de müzik, tarih boyunca farklı kültür ve yaşam tarzlarıyla ön görülemez bir şekilde değişim göstermiştir. Belki birbirini izleyen ritmik adımlarla, belki de ölüm karşısında acısını bastıramayan birinin feryatlarıyla başlayan müzik eylemi, insan var oldukça devam edecek ve hiç şüphesiz ki değişimini durmaksızın devam ettirecektir.

İnsanlık, ilk sanat eserlerini doğayı taklit yoluyla oluşturmuştur. Platon ve Aristoteles’in bu konu ile ilgili olarak ortaya attığı bir kuram var: Mimesis/Taklitçilik. Sanatta doğayı taklit etme.

Örnek olarak; bir tiyatro oyununda/sinemada/edebiyatta gerçekte var olmuş ya da gerçekleşmesi muhtemel şeyler anlatılır. Bu, bire bir yaşamın taklididir. Metafiziksel şeyler bile, örneğin bir hayalet/ruh, sözde var olduğu iddia edilen bir şeyin yansıması olarak karşımıza çıkar. Bunun yanı sıra resim, hayatın ve sanatçının ona bakışının bir aynası olarak görülüp müzik ise yaşamın her yerinde duyduğumuz “ritim” sayılabilir.

Rüzgarların, kuşların şarkı söylediği bir dünyada, mevsimlerin içinde de belli ritimler olacak ki Vivaldi Dört Mevsim’i bestelemiş.

Müziğin, doğayı taklit yoluyla nasıl geliştiğini kronolojik olarak sıralayamayız. Bildiğimiz tek şey: müzik, belli bir zaman ve mekana sahip olan ve hayata uyum sağlayarak değişim gösteren bir şeydir. Yaşamlar değişirse müzik de değişir. Bu yüzden de Sanayi Devrimi’nin ve sonrasında yaşanılan teknolojik gelişmelerin müziği bir hayli fazla etkilediğini düşünüyorum.


Bugün, “medeniyet ve teknoloji”ye rağmen doğa bizim için hayret vericiliğini hala koruyor. Şehir hayatının karmaşasından sıkılan insanlar, tatillerinde sakin yerleri tercih edebiliyorlar. Kimileri bu durumu “eskiye/özüne dönme” olarak tanımlasa da kimileri buna sadece “kafa dinleme” diyor. Adına ne derseniz deyin bu durum, insanların — en azından şehirde büyüyen kısmının, — doğa ile iç içe yaşama gibi bir şansı kalmadığından kaynaklanıyor. Çünkü dünyamızda değişen bazı şeyler var.

Image for post

James Watt (19 Ocak 1736, Greenock — 19 Ağustos 1819, Heathfield), modern buhar makinesinin geliştiricisi olan İskoç mucit ve mühendis. 

1763’de James Watt, İskoçya’da buharla çalışan makineyi buldu. İşte değişim tam olarak burada başlıyor.

Çalışma alanlarında başlayan makineleşme süreci, zaman ilerledikçe sadece fabrika ve iş yerlerine özgü olarak kalmayıp yaşamın pek çok yerine dahil oldu. Bu öyle bir hal aldı ki, insanlar günün birinde tamamıyla makinelerle yaşayabilecekleri bir dünya hayal etmeye başladılar.

Image for post

Dünya gelişimini bu yönde sergileyince 20. yüzyılda müzikte de bir takım değişimler meydana geldi. Büyüyen şehirlerin arasında sıkışıp kalan insanlar, doğaya adım atamaz hale gelince, çocuklar geçmişe kıyasla daha farklı sesler eşliğinde büyüdü ve taklit ettikleri sesler (mimesis) değişti. Artık benzer sesleri duyuyor, doğa yerine makineleri dinliyoruz. Bu reddedilemez bir gerçek. Örneğin; küçük bir erkek çocuğunun taklit ettiği ilk seslerden biri, herkesin bildiği gibi bir araba moturudur. Elindeki oyuncağı ile “vınn vınn” diye ortalarda dolaşan bir çocuk, eğer günün birinde müzik yapmaya koyulursa, muhtemelen küçüklüğünden beri aşina olduğu sesleri taklit edecektir.

Mesela bunu.

 

Bana göre müziğin en olmazsa olmazı, mihenk taşı, nüansları ile değişken hız yapısıdır. Sesin hafif ya da kuvvetli olması nüans, ritmin yavaşlayıp hızlanması ise tempodur. Bir solist duygu durumunu en güzel bir biçimde ifade edebilmek için bir yerde çığlık atarken başka bir yerde fısıltıya düşmelidir. Bunun yanı sıra tempo bir yerde yürürken diğer yerde koşmak durumundadır. Bunları bu derece açık, belirgin bir şekilde yapmasa da en azından ufak değişimler olmalıdır ki tek düzelikten kaçıp ifade zenginliğini yakalayabilsin.

Ne demek istediğime bir örnek verecek olursam olursam daha iyi anlaşılacaktır.

Örneğin aşağıdaki eserde 20. saniyeden sonra tempo ve nüans düşerken 45. saniyeye kadar olan bölümde gittikçe kuvvetlenerek (crescendo) hem nüans hem de tempo artar.

 

Peki bu örneğe ne dersiniz?

Bugün nüasnların ve tempo değişimlerinin neredeyse hiç olmadığı parçalara denk gelmek mümkün. Tempo değişimi bir kenara dursun, dinleyeceğiniz parçaların yüzde 90’ında bir nüans örneğine denk gelseniz bile, mastering aşamasında eserlerin çıkış sinyalleri ciddi derecede limitlenerek, en düşük ve en yüksek arasındaki fark (dynmaic range) sıfıra yakın bir değere indirgendiği için, maalesef ki yapay bir nüans algılıyorsunuz.


Bugün kullandığınız her şey gibi, dinlediğiniz müzik de belli süreçlerden geçmiş insanlığın ürünüdür. Benim derdim, son dönem müziğini, geçmişlerle kıyaslayıp, gelinen noktanın kötü olduğunu söylemek değil. Böyle bir iddiam yok. Sadece Sanayi Devrimi’ni tarihten silerseniz, şu anda dinlediğiniz müziğin ortaya çıkamayacağını, ve sizin bugün zevk aldığınız ve öve öve bitiremediğiniz pek çok şeyden, nefret etmek bi yana dursun, onlara bir anlam dahi yükleyemeyeceğinizi söylemek istiyorum. 16. yüzyılda yaşayan birine şu anki herhangi bir elektronik pop parçasını dinlettiğinizi düşünün. Ne olduğunu kavrayamayacak ve bunun müzik olduğunu söylediğinizde muhtemelen sizin bir deli olduğunuzu düşünecektir.

Müzik sadece sizin dinlediğiniz tarzdan ibaret değil. Müzik sadece ilham yoluyla oluşturulan kaynağı metafiziksel bir şey de değil. Müzik, bir bilgi. Bilgiler de birikir. Ve siz sadece makineleri bilirseniz, müzik bilginiz de bununla sınırlı kalır. Ya yeniyi sever eskiden nefret edersiniz ya da eskiyi sever yeniden nefret edersiniz.

Sonuç olarak, bugün çığ gibi büyüyen akustik versiyon programlarının, neden bu denli sevildiğine anlam verebiliyoruz. Belki de bizim akustik müzik ile doyurmak zorunda olduğumuz bazı boşluklarımız var. Bir parçanın stüdyo hali ile akustik versiyonları arasında dinlenme sayısı olarak pek bir fark yok. Eminim ki insanların bir çoğu, bu iki versiyonu da dinliyorlar. Sadece birini belli bir zaman ve mekana, diğerini ise başka bir zaman ve mekana koyuyorlar.

Sahilde ateş yakıp oturan insanlar, cep telefonundan müzik açmak yerine, yanlarında gitar çalan, şarkı söyleyen birinin olmasını tercih ediyor. Sanırım haklılar da..

Image for post

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir